Coğrafi olarak birbirinden uzak ve tarihleri oldukça farklı olan Brezilya ve Türkiye bazı açılardan birbirlerine benziyorlar ve birlikte ele almak ikisini de anlamayı kolaylaştırıyor. Tabi ki benzerlikler üzerinden gitmenin riskleri var ve mekanik bir karşılaştırma işe yaramaz. Bunları göze alıp süreçlere göz atalım.
Her iki ülkeden burjuva iktisadi terminolojisiyle “yükselen ekonomiler” olarak bahsediliyor. Gerçekten Brezilya ulusal gelir açısından dünyada 8. ülke haline gelirken Türkiye 13. sırada yer alıyor. Kendi kavramlarımızla olaya yaklaştığımızda ise her iki ülkenin de ucuz emek gücünü, korunmasız ve kuralsız bir emek piyasasını, doğal kaynaklarını ve mali sistemini uluslararası sermayeye sunarak bir sermeye birikimi sağladığını görüyoruz.
Her iki devletin de sermaye sınıflarının elde ettiği birikimle emperyalist sistemin izin verdiği kadarıyla bölge gücü haline gelmeye ve iktisadi olarak bölgelerine müdahale etmeye çalıştıkları görülüyor.
Yine her iki ülkenin sermaye sınıfının emperyalist hegemonya krizinden akıllarınca kazançlı çıkmaya ve ABD’nin hegemonyası altında yaşamaya alışmışken, Çin ve Rusya’nın yükselişinden pragmatik, ilkesiz ve öngörüsüz bir yararlanma çabası içinde oldukları anlaşılıyor.
Her iki burjuvazi sanki emperyalizmin bir geleceği varmış gibi “yeni bir emperyalist piramit kurulacak ve biz orada orta ölçekli bir çıkar grubu olarak yer alabiliriz”in hesabını yapıyor.
Bunun doğal sonucu olarak emperyalist hegemonya krizinin bütün sarsıntıları, siyasi restorasyon dalgaları, her iki ülkeyi esir alıyor ve daha büyük bir çürümeye ve çöküntüye doğru taşıyor.
Brazilya’da Lula ile başlayan ve Rousseff ile devam eden İşçi Partisi iktidarı tam da böyle bir döneme işaret ediyordu. Brezilya sermayesi adına sermaye birikimini arttırdılar, Çin ile yatırım anlaşmaları yaparak ABD ile bağları azaltmaya çalıştılar, her emperyalist devletin yapmaya çalıştığı gibi işçi sınıfının bazı tabakalarından bir orta sınıf yaratmaya ve ülke içinde sermayenin egemenliğini garanti almaya çabaladılar.
Sonunda ABD’nin ve bazı sermaye çevrelerinin başlattığı siyasi restorasyon geçen yıllarda yükseldi. Yargıyı örtülü bir darbe için kullandılar ve görevi suiistimal ettiği iddiasıyla 2016’da Brezilya devlet başkanı Dilma Rousseeff görevinden azledildi.
Görevini suiistimal edip etmediğinin işçi sınıfı açısından bir önemi olmadığını, sermaye sınıfı adına yapılan her görevin ağır suçlarla yüklü olduğunu zaten biliyorsunuz. Burada suçlamaların ülke siyasetine yön vermek için bahane olarak kullanıldığını hatırlatmış olalım.
Ancak Rousseff’in yerine getirilen Temer, ABD’nin üretmeye çalıştığı siyasi çözümlerin zayıflığının göstergesi olarak zaten öylesine kirli bir adamdı ki, Brezilya bir yıl geçmeden kendini ağır bir siyasi krizin içinde buldu.
Temer’in şirketlerden rüşvet alarak çalıştığı, hırsızın dik alası olduğu kanıtlandı, kamuoyu yoklamalarında desteği %7’lere geriledi. Şimdi ilk kez Brezilya’da nitelikli dolandırıcılıkla bir başkanın yargılanması için meclis oylamalarına başvuruluyor. Ekim sonunda yapılan oylamayı Temer kazandı ve yargılanmasını ertelemiş oldu. Mecliste seçimi kazandı, çünkü Meclis üyelerinin yaklaşık üçte biri ile yarısı oranında kendisi gibi hırsız olduğu söyleniyor.
Temer’in yolsuzluk oylamasında elini güçlendirmek için sermayeye tavizler verdiği biliniyor. Örneğin, kölelikle mücadele yasalarını köle çalıştıran sermaye lehine gevşetmiş.
Evet, yanlış duymadınız, Brezilya’da 160 bin kadar insanın kölelik koşullarında, özellikle sığır çiftliklerinde, boğaz tokluğuna ve dövülerek, tehdit edilerek çalıştırıldığı biliniyor. Yasa bu köle çalıştıran işletmelerin bir listesinin yapılmasını öngörüyormuş, bunu Temer ve yandaşları kaldırmış.
Ayrıca dünyanın soluk alıp vermesi için olağanüstü önemi olan Amazon ormanlarından Danimarka büyüklüğünde bir parça maden şirketlerinin insafına terk edilmiş.
Bu ülkenin daha ne kadar çürüyeceğini, ne zaman devrimiyle buluşacağını göreceğiz.
17 Kasımda başlayan Brezilya Komünist Partisi’nin 14. Kongresine bu anlamda başarılar diliyoruz.
Başka bir yazıda daha genişçe ele almak üzere, Amazon ormanlarının panik içinde gününü kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen sermaye sınıfına bırakılamayacağını, uygarlığın var olması için bütün kaynakların ve zenginliklerin emekçi sınıfların eline geçmesi gerektiğini hatırlatalım.
Erhan Nalçacı