Küba için beslenen kaygıda “öğrenilen kötümserlik” diyebileceğimiz bir yaklaşım hakimdir. Sovyetler Birliği’nin gürültüsüz çöküşünden acı şekilde “öğrenen” kesimler, Küba’ya ilişkin tartışmalarda ne pahasına olursa olsun bir daha yanılmamak psikolojisiyle konum belirliyor gibidir. Bir daha aynı travmayı yaşamama isteği ile hareket edenler, devam eden bir mücadeleyi bitmiş ve kaybedilmiş ilan ederek Küba adına havlu atmaya kalkışmaktadır.
Küba Devlet Konseyi Başkanı Raúl Castro’nun 1 Ağustos’ta meclis genel kurulunda yaptığı konuşmadan bu yana “Küba nereye gidiyor?” sorusu sol çevrelerde ve uluslararası medyada sıkça sorulan, sıkça tartışılan bir konu haline geldi.
Bir ülkenin geleceği, özellikle de kapitalizme karşı mücadele eden bir ülkenin geleceği söz konusu olduğunda eldeki iktisadi verilere bakarak kestirimlerde bulunmanın ciddi kısıtları bulunuyor. Diğer yandan, soruya acil cevap arama halinin, sınıf mücadelelerinin çok boyutlu düzleminden uzaklaşmaya iten bir yönü de mevcut. Bu açıdan, Ağustos’tan bu yana yaşanan gelişmelere soğukkanlılıkla yaklaşmakta fayda var.
Bizim Amerika ekibi olarak, bu yazıdan itibaren konuyu hak ettiği geniş çerçeve içinde ele almaya çalışacağız. Bu kapsamda, Küba sosyalizminin devraldığı iktisadi mirastan kuruluş sonrası özgün iktisadi dinamiklere, sosyalist blokla ilişkilerden özel döneme, Küba’da sosyalist planlama tartışmalarından verimlilik meselesine, ablukanın etkilerinden güncel gelişmelere ve Devrimi Savunma Komiteleri gibi canlı ve mücadeleci kitle örgütlerinin Küba sosyalizminde üstlendikleri role uzanan bir dizi düzlemde Küba tartışmalarına yer vereceğiz. Küba’yı anlama ve süregiden mücadelede Küba’yla dayanışma misyonumuzu ön planda tutarak…
Küba için kaygılanmak
1980 sonrası kuşağın mensupları açısından Küba ile ilgili hatırlanan ilk tartışmalar, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşü sonrasında tüm dünyanın gözlerinin Küba’ya çevrildiği bir konjonktüre denk düşüyor. Küba’nın özel dönem olarak adlandırdığı ve Küba devrim tarihinin en kritik dönemeci olarak nitelendirebileceğimiz bu dönem, Türkiye solu açısından da hayal kırıklığı, yenilmişlik ve umutsuzluğun belirleyici olduğu bir sürece tekabül ediyordu.
Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ideolojik yükünü taşımakta zorlanan Türkiye solunun Küba’ya bakarken iyimserlik üretmesi, kendisine buradan bir dayanak noktası bulmaya çalışması beklenemezdi. İnsanlığın en büyük eserlerinden biri yanı başında beklenmedik bir hızla yıkılırken, binlerce kilometre ötede küçük bir adanın insanlığa ve aynı şekilde Türkiye solcusuna umut taşıması mümkün değildi.
Kaldı ki Küba bu dönemde yalnızca reel sosyalizmin yıkılışının geride bıraktığı ideolojik atmosferle mücadele etmek değil, aynı zamanda bu sürecin ekonomik maliyetleriyle de baş etmek durumundaydı.
ABD’nin 1962 yılından itibaren uyguladığı ve kapitalist dünyayı büyük başarıyla ortak ettiği ekonomik abluka nedeniyle Küba’nın dış ekonomik ilişkileri büyük ölçüde Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerle sınırlıydı. Dış ticaret, finansman, teknik yardım gibi alanlarda diğer sosyalist ülkelerle geliştirilen ilişkiler Küba’nın kalkınmasında son derece kritik bir rol oynuyordu. Bu şartlar altında reel sosyalizmin yıkılışı Küba ekonomisi için büyük bir darbe anlamına geliyordu. Mazot bulunamadığı için tarlalarda hareketsiz kalan traktörler, kâğıt ithal edilemediği için ancak eski gazete kâğıtlarının dönüştürülmesiyle basılabilen kitaplar, günlük kalori alımının önemli ölçüde düşmesi bu döneme ait anekdotlarda çokça yer alan örnekler. Bu yıkımın maliyetini iktisadi olarak ifade edecek olursak, Küba 1989-1993 döneminde Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının yüzde 34,8’ini kaybetti. (1) Yani, Küba halkı dört yıl gibi kısa bir zamanda gelirinin ve maddi yaşam araçlarının üçte birinden mahrum kaldı.
Böyle bir Küba’nın, 90’lı yılların gardı düşmüş solcusuna umut taşıması söz konusu bile olamazdı. Küba, bu yıllarda solun büyük bölümünün gözünde, düşüşü kaygıyla beklenen son kale konumundaydı. Ama Küba, kaygıları haksız çıkardı.
Küba kaygıları haksız çıkardı ancak bunun için yine oldukça kaygı verici kimi adımlar atmak durumunda kaldı. Atılan adımlar arasında dış ticaretin desantralizasyonu, yabancı yatırımlara ve doğrudan yabancı yatırımlarda kâr transferlerine izin verilmesi, serbest bölgelerin oluşturulması, turizmin geliştirilmesi, toprak mülkiyetinde değişikliklere gidilmesi, otofinansman sağlanabilmesi için devlet işletmelerinde özerkliğin güçlendirilmesi gibi unsurlar bulunuyordu. Süreç, 1992 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile başladı ve Anayasa değişikliğini bu düzenlemelere olanak sağlayacak çok sayıda yasa değişikliği izledi.
Kübalı yetkililer bu dönemde uyguladıkları ekonomi politikasının amacını “en az sosyal maliyetle ve sosyalist sistemin ilkelerinden vazgeçmeksizin ekonomik daralmayı aşmak” biçiminde ifade ediyordu. Ancak, Küba devletinin sosyalizmin ilkelerinden vazgeçmeme konusundaki taahhüdü, Küba için beslenen kaygıları yatıştırmaya yeterli değildi. Atılan adımların her biri sosyalizmin kazanımlarının geriye gitmesine neden olabilecek riskler barındırıyordu. Örneğin turizm konusunda atılan adımların eşitsizliği artıracağını, devlet işletmelerine daha fazla özerkliğin merkezi planlama açısından sıkıntılar yaratacağını, toprak mülkiyetine ilişkin düzenlemelerin özel mülkiyetin alanını genişleteceğini öngörmek mümkündü.
Ama mesele şuydu ki, bu dönemde Küba riskli çözüm ile risksiz çözüm arasında değil, riskli çözüm ile halkın en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamama arasında seçim yapmak zorunluluğuyla karşı karşıyaydı. Risk alındı ve mücadele kazanıldı.
Küba’ya ilişkin kaygılar, Küba’nın da “İyi Gidiyoruz” dediği 2000’li yıllarda azaldı ve Küba, dünya ilericileri, sosyalistleri açısından, sosyalizmin gerçek bir toplumsal örgütlenme alternatifi olduğuna ilişkin sağlam bir kanıt niteliği kazandı. Abluka altındaki az gelişmiş ekonomisi ABD emperyalizminin sürekli saldırısına maruz kalan küçük adanın sağlık, eğitim, beslenme, spor, sanat gibi alanlarda gösterdiği başarılar bir kez daha sosyalizmin hanesine kaydedildi.
Küba, kendi hesabına en kritik dönemlerden birini geride bırakmış ve dünyanın en karanlık dönemlerinden birinde sosyalistlerin yüz akı olmayı başarmıştı. Ancak, bu başarı, riskleri göze alınan kritik adımlar sayesinde elde edilmişti. Riskler göze alındı, içinde bulunulan darboğaz bir açmaza dönüşmeden aşıldı ve ortaya çıkan olumsuz sonuçlar çok boyutlu bir toplumsal mücadelenin konusu haline getirildi.
Fakat Küba konusunda tam da içler rahatlamışken Fidel’in sağlık sorunları gündeme geldi. Küba devrimini ve devrimin başarılarını devrimin efsanevi lideri Fidel’den ayrı düşünmek elbette çok zordu. Fidel’in sağlık sorunları, Küba sosyalizminin Fidel sonrasındaki geleceğini yeniden tartışmaya açtı. Uluslararası medyanın Fidel’in sağlık durumu konusunda ürettiği tüm haberlere Küba’da sosyalizmin yıkılışının yakın olduğu beklentisi eşlik ediyordu. Fidel, yerini Küba devriminin ilk kadroları arasında yer alan, Sierra Maestra’daki mücadele günlerinden başlayarak Küba’da devrim mücadelesinin ve sosyalizmin kuruluş sürecinin her aşamasında önemli roller üstlenmiş olan Raúl Castro’ya bıraksa da, Fidel’in boşluğunun doldurulamaz olduğu fikri Küba dostlarının da içini kemirmeye devam etti.
Ancak Küba, herkesi bir kez daha şaşırtmayı başardı. Fidel döneminden Raúl dönemine geçiş, beklenenin aksine son derece vakur ve sakin bir şekilde gerçekleşti. Küba’nın öncü kadroları bu süreçte sürekli olarak partinin öncü rolüne, Fidel sonrasına hazır olduklarına, toplumun örgütlü gücüne ve sosyalizme inancına vurgu yaptılar. Emperyalist merkezlerin Fidel sahneden çekilir çekilmez halkın özgürlük çığlıklarıyla sokağa döküleceği beklentisi boşa çıkmış ve dostların içini kemiren “acaba?” sorusu bir kez daha derin bir nefesle yanıtlanmış oldu.
Ve fakat tam da Fidel sonrasına geçiş sorunsuz yaşanıyor denirken, Küba devleti en yetkili ağızdan bazı radikal reform önerilerini gündeme getirdi.
Raúl, 1 Ağustos’ta parlamentoda yaptığı konuşmada ülkenin karşı karşıya olduğu verimlilik sorununun çözülmesi ihtiyacından bahsediyor ve kendisi de reform meselesini “gelelim hassas konulara” diyerek açıyordu. Raúl kamu sektöründe istihdamın daraltılacağını, kendi hesabına çalışmak isteyenlere verilen izinlerin genişletileceğini, hizmet sektöründe kendi hesabına çalışanların yanlarında aile fertleri dışında kişileri çalıştırmalarına izin verileceğini duyuruyor ve böylece yeni bir tartışmayı açmış oluyordu.
Henüz uygulamaya sokulmayan ve bu haliyle büyük belirsizlikler içeren reformların bahsi bile, dost düşman herkesin gündemine bir kez daha “Küba sosyalizminin geleceği” meselesini sokmaya yetti. Küba’nın düşmanları, derhal başlattıkları dezenformasyon kampanyalarıyla moral bozmaya çalışıyor ve bu anlamda elbette asli görevlerini yerine getiriyorlar. Ve neyse ki Küba bununla nasıl baş edeceğini gayet iyi biliyor. O nedenle biz daha fazla dostlara odaklanacağız.
Küba’nın dostları elbette Küba devrimi açısından kritik önem taşıyan bu tarihsel dönemeçte belli risklerden kaygı duyabilirler. Bu noktada Küba devriminin önder kadrosunun ve Küba Komünist Partisi’nin parlak sicili yeterli teminat olarak görülmeyebilir. Söz konusu olan dünyanın yegâne sosyalist ülkesi, dünya devrimcilerinin göz bebeğiyse, kaygı anlaşılır bir duygu durumudur.
Anlaşılır ve kabul edilir olmayan şey kaygılanmak değil, kaygı ve karamsarlığın gölgesinde erken kehanetlerde bulunmaktır. Oysa Küba’da sosyalizm mücadelesi devam etmektedir!
Küba, yolun sonuna gelindiğine kani olmuş iyi niyetli ve cömert yürekli dostlarının bahşettiği, “elinden geleni fazlasıyla yapmış olma” payesiyle huzur bulmaya hazırlanan bir ülke asla değildir.
Ve Küba halkı, gündelik yaşamın her veçhesine yansıyan bu tarihsel mücadeleye yabancılaşmış, “ne olacaksa olsun artık” diyen bir halk değildir.
Hem Küba önderliği hem de Küba halkı, insani gelişmişlik endekslerinde her zaman yüz ağartıcı bir yere sahip olsa da Küba’nın yoksul ve ekonomisi az gelişmiş bir ülke olduğunun bilincindedir. Diğer yandan ABD emperyalizmi, soğuk nefesini her gün her an hissettirmektedir. Küba yönetimi ve Küba halkı, bu koşullarda teslim olmanın intihar anlamına geldiğini bilmektedir. Direngen canlılığını her gün yeni bir örnekle kanıtlayan Küba önderliğine ve halkına mevta muamelesi yapmak dostluğun harcında olmamalıdır.
Küba için beslenen kaygıda “öğrenilen kötümserlik” diyebileceğimiz bir yaklaşım hakimdir. Sovyetler Birliği’nin gürültüsüz çöküşünden acı şekilde “öğrenen” kesimler, Küba’ya ilişkin tartışmalarda ne pahasına olursa olsun bir daha yanılmamak psikolojisiyle konum belirliyor gibidir. Bir daha aynı travmayı yaşamama isteği ile hareket edenler, devam eden bir mücadeleyi bitmiş ve kaybedilmiş ilan ederek Küba adına havlu atmaya kalkışmaktadır.
Küba’da mücadele devam etmektedir. Her mücadelenin kaybedilmesi olasılık dâhilindedir. Fakat devrimciler mücadelenin riskli dönemeçlere girmesinden değil, mücadelede havlu atılmasından korkmalıdır. Küba’nın şimdilik havlu atmaya niyeti bulunmamaktadır.
Bizim Amerika
(1) Banco Central de Cuba, LaEconomia en el Periodo Especial: 1990-2000
http://www.bc.gov.cu/Anteriores/Otros/economia%20cubana.pdf
http://haber.sol.org.tr/bizimamerika/kuba-icin-kaygilanmak-34653