Madde, Toplum ve Diyalektik dergisi, biyoteknoloji alanında çok tanınan Kübalı bir bilim insanı olan Dr. Agustín Lage Dávila ile Türk Eczacıları Birliği’nin davetlisi olarak geldiği Ankara’da 1 Kasım 2018 tarihinde bir söyleşi yaptı. Bu söyleşiyi paylaşıyoruz:
Erhan Nalçacı – Nahide Özkan
Olağanüstü başarılara imza atan Küba Moleküler İmmünoloji Merkezi’nin kuruluş yılı olan 1994’ten 2017 yılına kadar yöneticiliğini yapan Dávila, alanında ekibiyle birlikte yayınladığı 150’den fazla makale ile çağımızın en önde gelen bilim insanlarından biri.
1949’da Havana’da doğan Dávila, 1972’de Havana Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş ve sonra biyokimya ve biyoteknoloji konularında uzmanlaşmıştır. Bu özel söyleşinin Küba’da bilimin gelişimini dışarıdan kavramamıza çok yardımcı olacağına inanıyoruz. Bu söyleşinin aynı zamanda, sosyalizmde bilim emekçilerinin nasıl toplumsal ve siyasi bir rol oynayabileceklerini göstermesi açısından da önemli olduğunu düşünüyoruz.
Söyleşi esnasında Dávila bilgisayarından çok sayıda grafik gösterdi, ne yazık ki bunları sonrasında temin edemedik ve sadece iki tanesine yer verebiliyoruz. Ancak Küba’da bilim dosyasındaki makaleler bu eksiği giderecektir.
Madde, Diyalektik ve Toplum Dergisi’nin röportajını kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bu röportaj MDT’nin Ocak ayında yayınlanacak sayısında, Küba Devrimi’nin 60. Yılı nedeniyle hazırladığımız “Küba’da Bilim Dosyası” içinde yer alacak. Bu röportajı sizin gibi çağımızın en önde gelen bir bilim insanlarından biriyle yapmaktan onur duyuyoruz.
Ben öyle olduğumu sanmıyorum; ama teşekkür ederim.
Öncelikle şunu sormak istiyoruz. Devrim olduğunda 10 yaşındaymışsınız. O günlere ait hatıralarınız var mı?
Devrim gerçekleştiğinde dokuz yaşındaydım. Evet, hatırladığım şeyler var. O dönemde henüz çocuktum ve henüz siyasi bir bilince sahip değildim. Ama aile içinde siyasi meseleler, özellikle de diktatörlüğe karşı mücadele hakkında çokça konuşulduğunu hatırlıyorum. Ve devrim gerçekleştiğinde herkesi saran o büyük coşkunluğu çok iyi hatırlıyorum.
Devrimin önümüze koyduğu görevlere benim de kişisel olarak katılışım 1961 yılındaki okuma yazma kampanyasıyla oldu. O yıl bütün okullar kapatıldı, bizler ellerimizde kitaplarımız ve defterlerimizle ülkenin dağlık bölgelerine, en ücra köşelerine okuma yazma öğretmek üzere gittik. Bu benim kırsal bölgelerdeki yoksulluğu görüp tanımam için önemli bir fırsat oldu.
O dönemde hangi şehirde yaşıyordunuz?
Havana’da yaşıyordum. Okuma yazma öğretmek için Matanzas vilayetine gittim. Kampanya kapsamında bana Matanzas vilayetinin kırsal bölgelerinden birine gitmek düştü. Orada aylarca kaldık ve köylülere okuma yazma öğrettik. Okuma yazma öğretmek için kampanyaya katılanlar arasındaki en genç fertlerden biriydim, 12 yaşındaydım. Toplumsal bilincimin gelişmesinde çok önemli bir rolü oldu bu deneyimin. Aylar boyunca Matanzas’ta kaldım ve kampanyadan döner dönmez de Komünist Gençlik Birliği’ne üye oldum.
Küba Devrimi’nin hayatınız üzerinde başka ne tür etkileri oldu? Örneğin eğer devrim olmasaydı yine de bilim insanı olmanız ve bu kadar üretken olmanız mümkün olur muydu?
Bu soruya iki bağlamda yanıt verebilirim. Birincisi, gerçekten de devrimin çok derin etkileri oldu. Ama devrim her şeyden önce hayatımıza bir anlam kattı. Bir şey uğruna yaşama hissiyatını kazandırdı. Hayatın bir anlamı, bir amacı olmalı. İşte o amacı bize devrim kazandırdı. Size bu konuda ne hissettiğime dair kişisel bir anekdotumu anlatabilirim. Küba Komünist Partisi’nin kongrelerinden birinde farklı sektörlerden bilim insanlarının da konuşma yapmasını rica ettiler. Ben de o konuşmacılardan biriydim. Konuşmamızı yapmamız için sözü verirken “Şimdi bilim insanları konuşacak” dediler. Kürsüye çıktığımda, bizi çağırırken yaptıkları sunumu düzelttim ve şöyle dedim: “Hayır, şimdi bilim insanları değil, bilim alanında çalışan komünistler konuşacak.” Ben komünizm fikrine aşık oldum. Tıpkı dünyadaki milyonlarca insan gibi… Tıpkı sizler gibi… Çünkü komünizm ideali, toplumsal mücadeleler ile bilimsel düşünceyi harmanladı. Toplumsal mücadelelerin tarihi üç bin yıl öncesine kadar uzanıyor. Ancak bu toplumsal mücadeleler ancak komünizm idealiyle birlikte bilimsel bir temele kavuştu.
Yanıtımın ikinci boyutuna gelecek olursam… Devrim olmasaydı belki yine doktor olurdum. Çünkü babam da doktordu. Ama asla bilim insanı olamazdım. Çünkü Küba’da bilim devrimin eseri. Eminim pek çok insan gibi siz de duymuşsunuzdur, Fidel’in çok önemli bir sözü var. “Küba’nın geleceği bilim insanlarının geleceği olmak zorunda” diyor. Ama insanlar onun bu sözü hangi tarihte söylediğini hatırlamazlar. Bu söz 1960 yılında söylendi. Yani okuma yazma kampanyasından bile önce. Fidel, Küba’nın geleceğinin bilime dayanacağını söylerken ülke nüfusunun yüzde 30’u okuma yazma bile bilmiyordu. Yani bilimsel gelişme, henüz ilk gününden itibaren devrim programının bir parçasıydı.
Hatırlayacaksınız, Sovyetler Birliği 1991 yılında yıkıldı. 1993 yılı, ekonomik açıdan Özel Dönem’in en kötü, en karanlık yılıydı. O yıl Fidel, bilim insanlarıyla gerçekleştirdiği bir toplantıda “Bilimsel çalışmalarımızın ürünleri, bir gün ulusal ekonomimizin birincil kalemini oluşturmalı” diyordu. Fidel, “Bilgiye dayalı ürünler geliştirmeliyiz” diyordu. “Küba’nın dünyadaki yeri bu olacak, başka bir yer olamaz” diyordu.
1960’lı ve 70’li yıllarda Havana’da tıp okudunuz.
Evet, 1966 yılında Havana’da tıp okumaya başladım.
Küba’da tıp eğitiminin toplumcu yapısının son derece güçlü olduğunu biliyoruz. Böyle bir atmosfer bilim insanı olmayı da teşvik ediyor muydu?
Bana bu soruyu sorduğunuz için gerçekten çok mutluyum; burada çok önemli bir mesele olduğunu düşünüyorum. Çünkü tıp alanında çalışanlar ve hatta bu alanda teorik üretimde bulunanlar, toplumcu sağlık ile bilimsel gelişmenin apayrı iki ayrı şey olduğunu düşünme eğilimindeler. Bunda özellikle ABD kökenli sistem anlayışının büyük payı var. Nitekim ABD’de yüksek teknoloji alanında büyük gelişmeler var; ancak sağlık sisteminin kapsamı çok dar ve pek çok insanı kapsam dışında bırakıyor. Başka ülkelerde ise sağlık sisteminin mümkün olduğunca kapsayıcı olmasına yönelik girişimler var, ama buralarda da teknoloji geri. Bu bakımdan Küba sağlık sisteminin en güzel özelliklerinden birisi, toplumcu sağlık hizmetleriyle yüksek teknolojiyi bir araya getirebilmiş olması.
Size Hepatit B aşısını örnek gösterebilirim. Yüksek teknolojiyle, sofistike rekombinant DNA teknolojisiyle üretilen Hepatit B aşısı Küba’da çocukların yüzde yüzüne uygulanıyor. Yani Küba’da yüksek teknolojiye dayalı araştırma ve geliştirme çalışmaları ile toplumcu sağlık hizmetleri birbirlerine karşıt, birbirlerini dışlayan şeyler değiller; birbirlerini bütünlüyorlar. Yine örneğin, insanların hakkında onca soru sorduğu akciğer kanseri aşımızın klinik testleri son derece başarılı sonuçlar verdi. Şimdi nüfus temelli test aşamasına geçtik. Bunun için Villa Clara vilayeti seçildi. Nüfus temelli testler, akciğer kanserli bütün nüfusu kapsayacak şekilde programlandı. Program, hiçbir seçmede bulunmaksızın tüm hastaları kapsıyor. Hasta 95 yaşında da olsa programa dâhil ediliyor. Böylece deney sonuçlarını nüfus ölçeğinde sağkalım oranını tespit edecek şekilde modifiye etme imkânımız olacak. Klinik deneylerde nüfus ölçeğinde sağkalım oranını tespit etmek son derece zordur; çünkü orada hastaları seçersiniz.
Küba’daki ortam bilim insanı olmayı da teşvik edici nitelikte elbette. Size bilimsel konferanslarda anlatma imkânı bulamadığım, yine kişisel bir anekdotla örnek vereyim. 1989 yılında Küba Kanser Enstitüsü bünyesindeki bir laboratuvarda çalışıyordum. Moleküler biyoloji alanında araştırmalar yürütüyorduk. Eylül ayındaydık, bir gün laboratuvara Fidel geldi. Geleceğinden haberim yoktu. Ama ortada tuhaf bir şeylerin döndüğünü seziyordum. Çünkü Halk Sağlığı Bakanı beni arayıp, “Bugün oradasın değil mi? Laboratuvardan ayrılmayacaksın değil mi?” gibi sorular sormuş ve yerimden ayrılmamamı rica etmişti. Öğleden sonra saat üç gibi kapıdan Fidel girdi. Sürekli sorular sorarak laboratuvarı dolaşmaya başladı. Sonra salonlardan birinde oturduk; ortamda laboratuvar şefleri bulunuyordu, yaklaşık altı yedi bilim insanıydık. Fidel monoklonal antikorlar hakkında sorular sormaya başladı. Ve görüşme boyunca bir araştırma enstitüsünün ve bu enstitü bünyesinde üretim yapacak bir fabrikanın kurulması fikrini geliştirmeye başladı. Bize dünyada en çok antikor üreten ülkelerin hangileri olduğunu sordu. Kendisine Avrupa’da ve ABD’de antikor üreten şirketlere ilişkin veriler sunduk. Böyle bir masa etrafında oturuyorduk. Elindeki verilere baktı, sonra bize baktı ve şöyle sordu: “Siz bu şirketlerle rekabet etmeyi düşünmüyor musunuz?” Moleküler İmmünoloji Merkezi’nin kuruluşu fikri işte o görüşmede ortaya çıktı.
1990’lı yıllarda SSCB’nin bir karşı devrimle çözülmesinden sonra Küba’nın “Özel dönem” diye adlandırılan en zor yıllarında Moleküler İmmünoloji Merkezi’ni yöneticisi oldunuz. Sonra ABD’nin insanlık dışı ablukası altında, biyoteknoloji alanında bir efsane yaratıldı ve sizin bunda büyük bir emeğiniz olduğunu biliyoruz. Bu kadar zor koşullar altında bu bilimsel atılım nasıl gerçekleşti?
Size Moleküler İmmünoloji Merkezi’nin kuruluşundan bazı fotoğraflar göstereyim. Bu merkezin inşaatına 1991 yılında başladık. Aynı yılın sonunda Sovyetler Birliği ortadan kalktı. Binanın henüz sadece sütunları dikilmişti. Fidel inşaat sahasına geldi ve “Bu merkezin inşaatı tamamlanacak” dedi. Böyle bir kararlılıkla hareket edildi.
Burada size çok hoş başka bir anımı anlatmak istiyorum. Bunları konferanslarda anlatmıyorum ama burada komünistler arasında anlatabilirim, değil mi? Moleküler İmmünoloji Merkezi’nin inşa edileceği yeri Fidel seçti. Merkezin inşa edileceği alanda muz tarlaları vardı. Alanı hep birlikte ziyaret ettik, konuştuk, sonra aracına bindi ve uzaklaştı. Hikâyenin burasını bana arabada bulunan arkadaşlarım anlattı. Yaklaşık bir kilometre kadar uzaklaşmışlar ki Fidel, “Tarlada çalışan işçilere o alanda ne inşa edileceğini, muz ağaçlarının neden söküleceğini anlattınız mı?” diye sormuş ve işçilere açıklama yapılmadığını öğrenmiş. Fidel arabayı durdurup inmiş ve açıklama yapması için şoförü tarlaya geri yollamış. İşte Fidel’de gördüğümüz şey, bilimsel gelişmeye dair ileri görüşlülükle işçilere yönelik hassasiyetin bileşimi.
Merkezin inşaatını 1994 yılında tamamladık. O yıllar Küba’nın en zor yıllarıydı. Küba o dönemde gayri safi milli hasılasının yüzde 35’ini kaybetmişti. Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir ülke gayri safi milli hasılasının yüzde 10’unu kaybetse büyük bir toplumsal kriz ortaya çıkar. Biz ise yüzde 35’ini kaybettik. Ama ülkemiz ayakta kalmayı başardı. İnşaat sırasında bölgeye bisikletlerle gidip geliyorduk; yakıt sıkıntısı nedeniyle araç yoktu. Ve o krizden çıkmayı başardık.
Size bir grafik göstermek istiyorum. Bu grafik Küba’nın 1950’li yıllardaki durumuyla bugününü çeşitli parametrelere göre karşılaştıran bir grafik. Ülkenin bu süre içinde nasıl değiştiğini gösteren bir tablo. İşsizlik oranı, bebek ölüm oranı, yaşam beklentisi gibi verileri içeriyor. 1950’li yıllarda toplam ihracatın yüzde seksenini şeker ihracatı oluşturuyordu. Sanayinin hemen hemen tamamıyla ABD’nin elinde olduğu bir dönem bu. İşsizlik oranı yüzde 35’i buluyordu. Yirmi birinci yüzyılda tablonun nasıl değiştiğini buradan görebilirsiniz. İşsizlik oranı yüzde 3’e, bebek ölüm oranı binde 4,2’ye indi. Burada Özel Dönem’de ülke ekonomisinin ne hale geldiğini görebilirsiniz. 1989 yılındaki gayri safi milli hâsıla düzeyine ulaşmamız 2005-2006 yıllarını buldu. Arada on beş sene kaybettik. Şimdi Özel Dönem’in en kritik aşamasından çıkmış bulunuyoruz ama ülke ekonomisinin daha fazla güçlendirilmesine ihtiyaç var ki bu da bilim ve teknolojiyle olacak. Bilim alanındaki en önemli siyasi mücadele başlığının şu olduğuna inanıyorum: Bilim insanları, bilim alanında yaptıkları şeyin daha büyük bir sorunun, toplumun kalkınması sorununun bir parçası olduğunu anlamalı. İnsanlar bunu kavradıklarında zaten çok büyük bir motivasyonla hareket ediyorlar.
1991’den bu yana biyoteknoloji alanında başarılanların en önemlileri sizce neydi?
En önemlisi şu ki, biyoteknoloji, ülke ekonomisinin bir sektörü haline dönüştü. Pek çok ülkede pek çok önemli bilim insanı var; ancak akademik dünya ile işletme dünyası birbirinden ayrı. Çok sayıda iyi üniversite mevcut, akademi dünyası genellikle kamu bütçesiyle finanse edilen bir dünya. İşletme dünyası ise özel sektöre ait ve kâr amacı güdüyor. Küba’daki en temel başarının, bilimi iktisadi bir güç haline getirmek olduğunu söyleyebilirim. Ülkenin en büyük biyoteknoloji şirketi olan BioCubaFarma bugün Küba ekonomisinin önemli bir parçasını oluşturuyor ve ürünleri çok kısa bir süre içinde, 4-5 yıl gibi bir süre içerisinde gelir getirmeye başlıyor. Örneğin, ABD’nin California eyaletinde kurulan ve dünyanın ilk biyoteknoloji şirketi olarak bilinen şirketin rantabl olması sekiz yılı buldu. Bu genel olarak anlaşılabilir bir durum, çünkü araştırma geliştirme faaliyetlerine dayanan şirketlerin rantabl hale gelmesi uzun süreler alıyor. BioCubaFarma’nın bu kadar kısa süre içinde rantabl hale gelmesi enteresan bir örnek teşkil ediyor çünkü gelişmiş ülkelerdeki biyoteknoloji şirketlerinin ancak yüzde 15’inin rantabl hale gelebildiğini biliyoruz. Diğerleri risk sermayesi üzerinden faaliyetlerine devam ediyorlar.
Biyoteknoloji alanındaki en önemli diğer kazanım ise sağlık alanında ürettiği çözümler elbette. Burada hepatit B ve menenjit B aşılarının Küba nüfusunun sağlık durumunda yarattığı büyük iyileşmeyi gösteren grafikleri görüyorsunuz. Bazen derslerine girdiğim öğrencilerime “İnsan otuz yıl boyunca günde 12 saat çalışma motivasyonunu nereden alır? İşte bu grafiklere on dakika bakma keyfini yaşamak için” diyorum.
Küba biyoteknoloji alanındaki merkezlerden birisi, İmmünoessey Merkezi. Bu merkezde tanı sistemleri üretiliyor. Bu merkezin şubeleri ülkedeki bütün ilçelere yayılmış durumda. Bütün gebe kadınlar ve yeni doğan bebekler bu ilçelerdeki tanı merkezlerinde çeşitli testlerden geçiriliyorlar. Burada yine yüksek teknoloji ile tüm nüfusu kapsayan bir sağlık politikasının buluşması örneğini görüyoruz. İşte bu merkezin, ülkedeki bebek ölüm oranlarının iki puan aşağı çekilmesinde rolü olduğu hesaplanmış durumda. Yani bugün bu oran binde dört ise, merkez olmasaydı binde altı olacaktı. Bebek ölüm oranı binde 10’un altına düştüğünde bunu bir puan bile indirmek çok zordur. Bebek ölüm oranı binde 60 ise bunu örneğin binde 30’a indirmek görece kolaydır. Bunun için temiz içme suyu temin etmek ve yaygın aşılama yapmak yeterli. Ama binde 10’un altındaki bir oranı bir puan bile aşağı çekmek için yüksek teknolojiye ihtiyaç var. Dolayısıyla 1990’lı yıllardan itibaren Küba biyoteknoloji sektörünün en büyük iki başarısının bu sektörü ihracat alanında bir ekonomik güce dönüştürmek ve sağlık göstergelerinde böylesine çarpıcı iyileştirmeler sağlamak olduğunu söyleyebilirim.
Burada size Nörobilimler Merkezi’nin fotoğrafını göstereyim. Bu merkezde üretilen ekipmanlardan bir tanesi çok kritik. Bu bilgisayarlı ekipmanla yeni doğan bebeklere testler yapılıyor. Bebeklerin kafasına elektrotlar yapıştırılarak eletriksel sinyaller veriliyor ve beynin işitme bölgesinin verdiği tepkiye göre bebeğin duyup duymadığı kontrol ediliyor. Bu test çok önemli çünkü normalde bebeklerin duyup duymadığını anne babalar ancak bir yaşına doğru anlıyorlar ve bu yaşta konulan tanıda artık çok geç kalınmış oluyor. Çünkü eğer bebeğin işitme engeli varsa bu süre içinde bebekte zekâ geriliği ortaya çıkıyor. Bu test Küba’da işitme engelli olma riski taşıyan bebeklere sistematik olarak uygulanıyor. Örneğin anne baba işitme engelliyse veya anne gebelik sırasında risk faktörü taşıyan bazı ilaçları kullandıysa bu test uygulanıyor. Böylece bebeğin olası işitme engeli erken dönemde tespit edilerek gerekli müdahale yapılıyor ve zekâ geriliği önleniyor. Yine bu merkezin yeni doğan bebeklerde tiroit hormonunu kontrol eden başka bir tanı kiti var. Biliyorsunuz hipotiroitlibebeklerde de zekâ geriliği ortaya çıkıyor. Bu tanı kitiyle yeni doğan bebeğin göbek kordonundan kan alınıyor ve kandaki tiroit düzeyi kontrol ediliyor. Hipotiroidi olan bebeklerin ağzına tiroit içerikli bir damla damlatılıyor ve böylece çocukta zekâ geriliği önleniyor. Bu damlanın maliyeti yalnızca 20 sentavo. Bu merkezin direktörü benim dostum. Bana yirmi sene önce bu damlayla tedavi uyguladıkları ve bu sayede bugün üniversiteye giden gençlerle çektirdiği fotoğrafları gösterdi. Küba, tüm Amerika kıtasında bu teknolojiyi geliştiren ikinci ülke. Birincisi Kanada’ydı, ikincisi Küba oldu.
Küba’da biyoteknoloji alanının hem böyle bir ekonomik güce dönüşmesi hem de sağlık hizmetlerinde sıçramayı beraberinde getirmesi gerçekten çok ufuk açıcı gelişmeler. Bu sektörün geliştirilmesinde ABD’nin Küba’ya dönük biyolojik saldırıları da rol oynadı mı?
Evet, bunların da bir rol oynadığını düşünüyorum, evet. Bu benim uzmanlık alanım değil, dolayısıyla kişisel olarak bu konuyla ilgim olmadı. Ama örneğin Küba’da birinci dang humması salgını yaşandığında, salgına yol açan virüs, daha önce kıtada rastlanmamış olan bir virüs türüydü. Dolayısıyla bu virüsün Küba’ya kasten sokulduğuna dair şüpheler mevcut. Ayrıca ülkeye sokulan başka türlü biyolojik ajanların yol açtığı bitki ve hayvan hastalıklarıyla karşı karşıya kaldık. Bilimin bu tür amaçlar doğrultusunda kullanılması utanç verici. Ama şaşmamak gerek, atom bombasını ilk kullanan ülke de ABD’ydi.
Siz aynı zamanda 1993’ten bu yana Küba’da milletvekili olarak görev yapıyorsunuz. Bilimsel uğraşılarınızla bu siyasi pozisyon nasıl etkileşti? Bilimsel başarılarınızda bu görevinizin etkisi oldu mu?
Ben 25 sene boyunca milletvekilliği yaptım. Ama artık milletvekili değilim. Biliyorsunuz şu anda Küba’da yeni bir anayasa taslağı tartışılıyor, yakında yeni anayasamızı halkoyuna sunacağız. Bu taslakta seçimle gelinen siyasi görevlerin süresinin iki dönemle sınırlandırılması öneriliyor; yani milletvekilliği örneğinde 10 seneyle sınırlandırılıyor. Bense çok daha uzun bir süreyle yaptım bu görevi. Ve çok şey öğrendim. Bence bilim insanı olarak yürüttüğüm çalışmalar ile milletvekilliğim birbirini karşılıklı olarak besleyen süreçler oldu. Ben Sancti Spiritus vilayetinin kırsal bir ilçesinden, tarım ve hayvancılıkla geçinilen bir ilçesinden seçilerek milletvekili oldum. Bölgesel kalkınma projeleri ki biz bunları ilçe kalkınma programları olarak adlandırıyoruz, bilimsel projelerle çok benzer yanlar barındırıyor. Örneğin hayvansal üretimin geliştirilmesine yönelik bir proje olsun, zihniyet açısından bilimsel projelere çok benzer bir dönüşüm yapısına dayanıyor bu tür projeler. Bir bilim insanı olarak sahip olduğum deneyimin ilçeye faydasının olduğuna inanıyorum. Ama öğretebildiklerimden çok daha fazlasını da öğrendim. Siyasi yaşamda bir bölgenin kalkındırılması sorunsalının nasıl ele alındığını, yerel hükümetin nasıl çalıştığını, yerel parti örgütlerinin nasıl çalıştığını öğrendim. Dolayısıyla, bölgeye yardımım dokunmuş olabilir ama sürecin bana öğrettikleri çok daha fazla oldu. Yirmi beş yılın ardından son seçimlerde milletvekilliği görevim sona erdi. Şimdi o bölgeden seçilen kişi, Genetik Mühendislik Merkezi’nde çalışan bir kadın bilim insanı dostum. Yani yine aynı sektörden biri seçildi. Sancti Spiritus’un bu bölgesinde yapılan en dikkat çekici şeylerden birisi, üniversitenin ilçedeki fakülteleri ile ilçedeki gıda üreten şirketler arasında bağ kurulması oldu.
Küba Komünist Partisi’nin üyesi misiniz aynı zamanda? Üyesiyseniz ne zaman üye oldunuz? Küba’da sosyalizmin kuruluşu ve korunmasında aldığınız rol yaşamınıza nasıl bir anlam kattı?
Evet, parti üyesiyim. Daha önce de söylediğim gibi 12 yaşımda Komünist Gençlik Birliği’nin üyesi olmuştum; 30 yaşımı doldurduğumda partiye geçtim. Ve bütün hayatım boyunca Komünist Parti’nin militanı oldum. Bunun yaşamıma ne kattığına gelince… Röportajın başında da söylediğim gibi her şeyden önce hayatıma bir amaç kattı. Bana kalırsa bir insanın başına gelebilecek en talihsiz şey, hayatta bir amacının olmaması. İnsanın hayatta bir amacının olması büyük bir lütuf. Tekrar dünyaya gelsem yine Komünist Gençlik Birliği’ne girerim, yine Komünist Parti’ye üye olurum. Bütün bunları en ufak bir utanç duymadan söylüyorum; çünkü bazıları var ki hayatlarının belli bir döneminde komünist olmuş olmaktan dolayı utanç duyuyorlar. Konferanslar için veya başka vesilelerle çok sayıda ülkeyi ziyaret etme imkanım oluyor ve bu konu sıklıkla açılıyor. Bana parti üyesi olup olmadığımı soruyorlar, ben de “Evet, parti militanıyım” diyorum.
Türkiye’de genç bilim emekçilerine iletmemizi istediğiniz bir mesaj var mı?
İnsanlık giderek daha fazla bilgiye dayanan bir topluma doğru evrimleşiyor. Ve bilgi, temel kalkınma faktörüne dönüşüyor. Hangi ülkeye, hangi sisteme bakarsanız bakın bunu görüyorsunuz. Bu Küba için de geçerli, Türkiye için de geçerli, dünyanın diğer ülkeleri için de geçerli. Bilim dünyasına giren gençler, bilimin çok ötesine geçen bir sorumluluk, içinde yaşadıkları toplumun kalkınmasına ilişkin bir sorumluluk taşıdıklarının farkında olmalılar. Türkiye’deki genç bilim insanlarına şu mesajı verebilirim: Bu sorumluluğu üstlensinler ve bu sorumluluğun keyfine varsınlar. Tüm insanlık tarihinde bilim hiç bu denli kilit bir role sahip olmamıştı. On sekizinci, on dokuzuncu yüzyılda bilim küçük akademik grupların faaliyet alanından ibaretti. Bugünse bilim her şeyin merkezinde yer alıyor. Bu sebeple yalnızca bilimin gelişmesi değil, onun toplumsal yaşamla bağının kurulması büyük önem taşıyor. Elbette bunu Türkiye’deki bilim insanları Türkiye’nin özgün koşullarında, Küba’daki bilim insanları ise kendi özgün koşulları çerçevesinde yapacaklar. Fransız Devrimi’nin tanınmış filozoflarından birinin, Diderot’nun çok güzel bir sözü var, kabaca şöyle diyor: “İnsan kendi ülkesinin ruhunu okumalı ve nereye gittiğini kavramalı; öyle ki insanın çabası asla ülkenin gerisinde kalmasın, hep onun önünde olsun.”
Çok teşekkür ediyoruz, çok şey öğrendik. Böyle bir yaşamı belgelemekten büyük onur duyuyoruz; anlattıklarınız gençler için de feyz verici olacaktır.
Benim yaşamımın özel bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Böyle pek çok yaşam var. Bunu laf olsun diye, mütevazılık adına söylemiyorum; gerçek bu. Benzer yaşamlar sürmüş binlerce insan var. Bilim dünyası kocaman bir atölye gibi, içinde çok şey olup bitiyor; deyim yerindeyse bilim dünyası “çok cızırtı çıkaran” bir dünya. Gençlerin bu dünyada meselenin özünü yakalamalarının, az önce sözünü ettiğim sorumluluğu üstlenmelerinin kritik olduğuna inanıyorum.
Künye: N. Özkan, E. Nalçacı (1029). Prof. Dr. Agustin Lage Davila ile Söyleşi, Madde Diyalektik ve Toplum Dergisi, 2/1, sf: 41-45.
İspanyolca’dan çeviren: Nahide Özkan