Yazılama Yayınları’ndan çıkan, Ernesto Che Guevara’nın çeşitli metinlerinin bir derlemesi olan “Sınırsız Düşler” kitabının bende karmaşık hisler uyandırdığını belirterek başlamalıyım yazıya.
Bir yandan, kitap çok heyecan uyandırıcı. “Nasıl olmasın, Che bu!” diyebilirsiniz, ama, daha ötesi: Kitabın kimi bölümlerinde Che’nin düştüğü notları, toplantı tutanaklarından okuduğumuz sözleri, mektuplarında dile getirdiği bazı fikirleri, üzerinden yarım asır geçmiş olmasına rağmen zihninizde şimşekler patlamasına, durup düşünmenize, “bunların araştırılması, tartışılması gerek” demenize neden oluyor.
Ve böyle dediğiniz her seferinde, kitaba dair duygularınız karmaşıklaşıyor. Karmaşıklaşıyor, zira bu değinip geçmeler daha fazlasını hak ediyor, ancak “Sınırsız Düşler” kitabı tek başına bu arzuyu—ve ihtiyacı—karşılayamıyor.
Öte yandan, kitap sizi, iyi anlamda da sürüklüyor: Metinler ilgi çekici, sert geçişlere rağmen kaptırıyorsunuz, ve nihayetinde okuru bir sürpriz bekliyor: Kitabın sonunda, Che’nin Boliya’ya gitmek üzere yola çıktığı gün, Santa Clara savaşında tanışıp evlendiği eşi Aleida’ya ithafen yazdığı, ilk kez Türkçe’de yayımlanan şiirle karşılaşıyoruz. Üstelik, Veda Şiiri’ne Che, Nâzım Hikmet’ten “aşırdığı” bir sevgi sözüyle başlıyor.
“Karmaşık duygular” meselesine dönelim. Ne demek istediğimi açıklayabilmek için, önce kitaba dair olumsuz bulduğum noktalardan başlayacağım. Ardından bende heyecan uyandıran yönlere değineceğim.
Eleştirimin özünde şu var: Bir derleme olarak bu kitapta yer alan yazıların hangi mantıkla ve hangi okur kitlesini hedef alacak biçimde derlendiği sorusunun net bir yanıtını bulmak zor. Bulabildiğim tek yanıt, tamamen teknik bir yanıt: Che’nin Toplu Eserler’i Küba’da basıldığında henüz ortaya çıkmamış olan kimi mektupları, yazıları ve toplantı tutanakları bir araya getirilmiş, bunlara aşağı yukarı bir bütünlük vermek için Che’nin kimi konuşmalarının metinleri eklenmiş. Ortaya çıkan, Che’nin hayatına ve kişiliğine dair panoramik bir bakış.
Che’nin tüm eserlerinin belirli temalar halinde bir araya getirilerek basıldığı, kamuoyunca büyük oranda tanındığı, bu büyük devrimcinin hayatı ve eserlerini araştırmak üzere bir enstitünün bulunduğu Küba’da, bu “teknik yaklaşım” belki mazur görülebilir. Ancak bunların söz konusu olmadığı Türkiye’deki okur açısından bu derleme mantığı, sıkıntılı bir taraf taşıyor.
Sıkıntı şu: “Sınırsız Düşler” kitabında yer alan neredeyse her bir metin, üzerine derinlikli ve ciddi tartışmalar yapılması gereken başlıklar ortaya seriyor, ancak kitabın akışında bunların her birini, ister istemez, geçiveriyoruz. Tartışma başlıklarının bir kısmı, Türkiyeli okurun yeterince hakim olmadığı, 1964 yılında Güneydoğu Asya’daki siyasi durum, Çekoslovakya’nın kendini o dönem Sovyetler Birliği’nde hakim olan modelden farklılaştırırken attığı ekonomik ve idari adımlar, 1954 Guatemala ayaklanması gibi, Che’nin tezleri veya anıştırmalarının kavranabilmesi için bilinmesi elzem kimi bağlamlara sahip. Kitap boyunca az sayıda noktada editör veya çevirmen açıklayıcı notlar düşmüş olsa da, bunlar yeterli değil. Hele ki, kitabın girişinde yer verilmiş olan, Che Guevara Araştırmaları Merkezi’nden Dr. María del Carmen Ariet García’nın kaleme aldığı önsözde iddia ettiği gibi kitabın “gençlere yönelik” olduğu düşüncesinin Türkiye’de geçerli olabilmesi, bu haliyle bana pek mümkün görünmüyor. Önsözün ardına eklenen, Che’nin hayatına dair kronoloji de bu ihtiyacı karşılamaktan uzak.
(Bu noktada, kitap eleştirisi kaleme alan bir okur olarak, “bizden bir kitabı” değerlendirmenin de rahatlığı ve sorumluluğuyla, bir teknik ayrıntıya değinmeme izin verin. 15 sayfalık önsözü kimin yazdığı bilgisini önsözün başına değil sonuna koymak, hangi kitapta benzerine denk gelsem keyfimi kaçıran bir yaklaşım.)
Şimdi, yukarıda açıkladığım sıkıntıya geri dönelim. Meselenin yalnızca dipnotlarda ek bilgiler verilmemesi olduğu düşünülmemeli. Kitapta yer alan kimi noktalar, kendi bağlamları içinde, Che açısından dahi tartışmalı. Örneğin, 2 Ekim 1964 tarihli, “Sanayi Bakanlığı İki Aylık Toplantısı”nın tutanakları. Tutanak, bu sırada Sanayi Bakanı olan Che’nin, bakanlığın en üst düzey bürokratlarıyla yaptığı kapalı toplantıya ait. Gündem, haliyle, genç ve yoksul Küba sosyalizminin ekonomisinde nasıl yol alınacağı. Toplantıda Che, Rusya’da sosyalizmin inşa edilmeye başlandığı dönemde Lenin’in “iki büyük hataya düştüğünü” öne sürüyor. İlki NEP, yani Yeni Ekonomi Politikası, ikincisi de ölmek. Che’ye göre Lenin’in ölümünün ardından NEP iyice somut hale geliyor, Stalin döneminde kolektifleştirme gibi adımlar atılmasına rağmen biçim, yani NEP dönemindeki ilişkilenme biçimleri muhafaza ediliyor, daha doğrusu, “İktisadi Hesaplama” adı altında başka bir kisveye bürünüp varlıklarını sürdürüyor. Şüphesiz, çok tartışmalı, ve tartışmayı sonuna kadar hak eden bir iddia.
Fakat, bu analizinin hemen ardından ekliyor Che: “Söylediklerime dikkatle yaklaşmanızı sizden bir kez daha rica ediyorum, çünkü bunun revizyonizmle de çok yakından ilgisi var ve ortalıkta bunca kötü ‘izm’in dolaştığını düşününce bunlara biraz ihtiyatla yaklaşmak lazım.” Bu cümleyi okur okumaz, o “karmaşık duygular” doluşuyor insanın zihnine: Che’nin kapalı bir toplantıda “aman ihtiyatla dinleyin, revizyonizme çıkmasın, ben de emin değilim” diyerek söylediği sözleri geniş bir derlemenin ufak bir unsuru olarak okuyunca, biraz haksızlık olmuyor mu hem Che’ye hem okura?
Eğer Türkçe’de Che’nin ekonomik düşüncelerinin ve fiilen yıllarca yürüttüğü görevlerde bu alanda attığı adımların güncel bir çözümlemesi olsaydı, belki içimiz daha ferah olabilirdi. Che’nin ve genel olarak Kübalıların paylaştığı, Sovyet ekonomisinde kapitalizmle yarışa, sayılara, hesaplamalara fazla vurgu yapılırken işin insan malzemesine, ideolojik mücadeleye, kültür alanına, siyasi teşvik ve motivasyona yeterli ağırlığın verilmediği tezleri; Sovyetler Birliği ve Çekoslovakya’nın “sosyalist inşa sürecini aştıkları” iddiasına yönelik eleştirileri; Stahanovculuk’un bir çeşit Taylorizm olduğu iddiası; hukuksal ekonomik çerçevenin NEP’ten miras kaldığı tezi; fabrika bazlı hedef tutturma baskısının merkeziyetçiliği, yenilikçiliği, atılımı kösteklediği tespiti; “şirketler arası ticaret”, “banka faizi” gibi kimi kapitalist kategorilerden kurtulunamadığı önermesi… Her biri, hem Sovyetler Birliği’ndeki hem de Küba’daki verilerden faydalanarak irdelenmesi, tartışılması mutlak zorunluluk olan başlıklar bunlar. Üstelik, Che’ye kıyasla, Sovyetler için de Küba için de onlarca yıllık fazla veri var artık elimizde. Küba’da ilk kuruluş yıllarında dile getirilen bu eleştirileri, zamanın merceğinden geçirerek değerlendirebiliriz. Sovyet ekonomik modeline yönelik yukarıda sayılan eleştirilerin bir kısmını Kübalılar da sonradan (çoğunlukla fiiliyatta) geri çektiler—ilk akla gelenlerden biri, maddi/manevi teşvik başlığındaki yaklaşım. Dolayısıyla, bu eleştirilerin ne kadar haklı olduğu, Küba’daki inşa sürecine nasıl yansıdığı, zaman içinde nereye evrildiği ve tüm bunların siyasi çıktılarının ne olduğunu bugün ayrıntılı şekilde çözümleyebiliriz.
Burada eksiğiz. Elbette, geri bir noktada olduğumuz düşünülmemeli. Hem Gelenek dergisinin sayfalarında hem başka yayınlarda, hem de Yazılama Yayınevi ve diğer yayınevlerinin yayımladığı kitaplarda sosyalist ekonomi ve Sovyet deneyimi üzerine yadsınamayacak bir birikim ortaya çıktı. Yine de, yanılıyor olmayı göze alarak, bu külliyatta iki çeşit motivasyonun ağırlıklı olduğunu öne süreceğim: Bir, işin siyasi boyutunda eksik kalan akademik çalışmalar, iki, pratikte karşılaşılan sorunları ve ortaya konulan çözümleri irdelemektense bir çeşit teorik pozisyon deklarasyonu niteliğindeki siyasi çalışmalar. “Sınırsız Düşler”i okurken insan, bir üçüncüsünün, sosyalizmin inşa sürecinde, eldeki kısıtlı kaynaklarla halka en verimli yaşamı sunmanın yolunun nereden geçtiği sorusunun ne kadar yakıcı olduğunu düşünüyor—ki, Türkiye’deki kaynakların Küba’yla, hele 1959 Küba’sıyla kıyaslanamayacak kadar zengin olduğunu da aklımızın bir köşesinde tutmalıyız.
Yanlış anlaşılmasın, ne akademik çalışmalar ne de teorik pozisyonlar değersiz… Kitapta, ikisinin de Che açısından çeşitli dönemlerde ne kadar önem taşıdığının izlerini görüyoruz. Kimi zaman elde yeterince veri olmamasından yakınıyor örneğin, sosyalist kuruluş sürecine kılavuzluk edebilecek bir Marksist ekonomi-politik oluşturulmamış olmasındansa sürekli şikayet ediyor. Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin “iktisadi hesap”, dolayısıyla saf veriye fazla çubuk büktüğünü söyleyen Che, kimi tartışmalarda, hiç verilere, ayrıntılara girmeksizin, teorik olarak doğru kabul ettiği pozisyonları almaktan çekinmiyor. Örneğin, “özerklik” tartışması, yani, sosyalist ekonomideki fabrikaların, kamu iştiraklerinin, işyerlerinin, çiftliklerin neyi nasıl ne kadar üreteceğine karar verilmesinde o işyerleriyle merkezi planlama arasında nasıl bir görev ve sorumluluk paylaşımı olacağı tartışması. Tartışma önemli, zira söz konusu dönemde Yugoslavya’yla Sovyetler Birliği arasındaki önemli ayrım noktalarından biri bu. Yugoslavya, işyerlerine çok önemli oranda özerklik tanıyor. Che’ye göre yalnızca Yugoslavya’da değil, Polonya ve Çekoslovakya gibi ülkelerde de Sovyet ekonomik modeline yönelik eleştiri, “kötülüğün kökünün nerede olduğu sorgulanmadığı” için, şirketlere ve piyasaya daha fazla alan açmak dışında bir sonuç vermiyor. Arjantinli devrimciye göre, zaten Sovyetler Birliği yeterince merkeziyetçi değil! Che, bir kez daha lafı hiç döndürüp dolandırmadan—ki, tabii, bunda bizim Che’nin kapalı toplantısına “sızmış” olmamızın etkisi var—, apaçık bir şekilde özerkliğe karşı çıkıyor: “Doğru bir şekilde düzenlenen, merkezi bir planlamada üretimin farklı öğelerinin her birinin akılcı bir şekilde kullanılması çok önemlidir ve hangi üretimin yapılacağı konusunda bir grup işçinin ya da bir çalışanın kıstaslarına bel bağlanamaz.” Öte yandan, genç Küba’nın Sanayi Bakanı’nın omuzlarında, teorik doğrularla, Küba’nın pratik durumunu birlikte ele alarak, sosyalizmi kurmaya girişmenin sorumluluğu hep hissediliyor. Yine de, Che’nin marksist ekonomi teorisi alanındaki birikiminin boyutları ve derinliği nedir, Sovyetler’e dair yaptığı çözümlemeler ve öne sürdüğü iddialar hangi verilere dayanmaktadır… Bunların yanıtlarını bilmeden, kitapta okuduğumuz bu pasajlara dair bir sonuç çıkarmak da epey zorlaşıyor.
Teori ve pratiğin birlikteliği… Sosyalizmin inşası sürecinin bu vazgeçilmez ilkesi, Che’nin kişisel yaşam öyküsünün de en dikkat çekici boyutlarından biri. Sınırsız Düşler’in ilk kısımlarında Che’nin Arjantin ve Latin Amerika’yı motorsikletle turladığı günlerde günlüğüne düştüğü notlar ve ailesine yolladığı mektuplarda, bu büyük devrimcinin Marksist bilincinin nasıl geliştiğinin izlerini de görüyoruz. Genç yaştan itibaren ezilenlere, emekçilere yönelik sempatisi aşikâr, ama bu genel doğruları nasıl hayatla sınadığını, ezilenleri tanıya tanıya siyasi bilincini yoğurduğunu bir kez daha anlıyoruz. Baquedano köyünde bu gezgin motorcuyu evlerinde ağırlayan komünist karı kocaya dair betimlemeleri gibi birçok ayrıntı, Che’nin işçi sınıfı algısının nasıl pratikle olgunlaştığının kanıtları.
Birçok başka hoş ayrıntı da yer alıyor, Sınırsız Düşler’in satır aralarında. Sovyetler Birliği’nin ekonomik modeline yönelik eleştirisinde en fazla “insan” faktörüne çubuğu büken, ideolojik mücadelenin önemini vurgulayan, kültürün, sanatın altını çizen Che’nin kendisinin sanatla, özellikle edebiyatla kurduğu bağın izlerini gözlemliyoruz örneğin. Hem Che’nin kaleme aldığı şiir veya denemelerde doğrudan edebi üretimini okuyoruz, hem de mektuplarından, edebi olarak kimlerden etkilendiğine dair izlenimler ediniyoruz. Örneğin, bir mektubunda geçen şu pasaj: “Bu notları yazan karakter, yeni Arjantin toprağına ayak bastığı anda artık ölmüştü. Bu notları düzenleyen ve düzelten ‘ben’, ben değilim; en azından ben içimdeki benin kendisi değilim. ‘Büyük Amerikamız’da belli bir varış noktası olmadan yaptığım bu gezinmeler beni tahminimden de çok değiştirdi.” Bu satırlarda, Che’nin hemşerileri Jorge Luis Borges ve Julio Cortázar’ın tam o yıllarda kaleme aldıkları “Borges ve Ben” veya “Geceleyin Sırtüstü” gibi metinlerin etkisini görmemek imkânsız.
Kısacası, Sınırsız Düşler, okuyucuyu heyecanlandıracak sayısız ayrıntıya sahip. Fakat, yeniden, şu “karmaşık duygular” meselesine geri dönmeme izin verin. Yazıda değindiğim ve bunlardan çok daha fazlasını oluşturan değinemediğim konuların “daha fazlasını” hak ettiğini düşünmemde iki temel sebep var.
Birincisi, Türkiye’deki komünist hareket, artık Sovyet deneyiminin tümünün, Çin ve Küba deneyimlerinin süregiden ve çok önemli serüvenlerinin sağladığı verilere sahip, ayrıca, Türkiye’de sosyalizmi kurmayı yalnız arzulamak değil, planlamak ve buna hazırlanmak açısından önemli bir olgunluğa eriştiği için, bu konular, “Che’nin o dönemki yaklaşımlarından enstantaneler” olmaktan çıkıp, somut durum karşısında, somut sorunlar, sıkıntılar, kısıtlar, eksikler karşısında atılan adımlar, alınan kararlar ve bunların sonuçlarının irdelenmesi yoluyla ele alınmalı. Genç Sosyalist Türkiye’nin Sanayi Bakanı’nın kapalı toplantılarda, elinde yeterli veri ve deneyim olmadığı için, sanki böyle bir kılavuz var olabilirmişçesine “Niye elimizde bir Marksist ekonomi politik yok hâlâ?” diye yakınmasını istemiyorsak tabii…
İkincisi, özel olarak Ernesto Che Guevara figürü, genel olaraksa Küba Devrimi’ne dair Türkiye’deki ortalama algı hâlâ çok sıkıntılı. 60’lar ve 70’lerde Türkiyeli devrimciler arasında İspanyolca hakimiyeti neredeyse yoktu, genel olarak Fransızca’dan okunuyordu Küba. Küba Devrimi üzerine o dönemki Fransızca külliyat ise, özellikle Régis Debray yüzünden, çok yanlış okumalardan oluşuyordu. Küba tarihinin, Küba Devrimi’nin nasıl okunması gerektiği konusunda yol alıyoruz, ama hâlâ bunu yeterince komünistte olgunlaştıramadığımızı kabul etmemiz gerekir.
Bunca badireye, bunca kısıta rağmen Küba’nın nasıl dünya komünistlerinin gözbebeği olmayı sürdürdüğünü kavramamız şart. Bunun için de, şöyle bir göz atmanın ötesine geçmeliyiz.
YİĞİT GÜNAY
Sınırsız Düşler, Ernesto Che Guevara, Yazılama Yayınları, Şubat 2020, Çeviren: Banu Karakaş, Düzelti: Halil İbrahim Çiçek
https://sol.org.tr/gelenek/sinirsiz-dusler-sinirli-bilgiler-cheye-goz-atmanin-otesine-gecmek-5749