SÖYLEŞİ | Mustafa Kemal Erdemol: Küba bizim en güzel deneyimimiz
NAHİDE ÖZKAN
Gazeteci yazar Mustafa Kemal Erdemol’un geçtiğimiz günlerde Yazılama Yayınevi tarafından basılan “Küba Yenilmeyecek” başlıklı kitabı güncel gelişmelere, özellikle de geçtiğimiz yaz aylarında Küba’yı hedef alan emperyalist provokasyonların iç yüzüne ışık tutması bakımından Küba’nın anlaşılmasına önemli katkılarda bulunuyor. Kendisiyle kitabı ve Küba hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yeni kaleme aldığınız kitap Küba’nın devrim öncesi yeni sömürgecilik tarihinden başlayıp günümüze kadar özet bir panorama sunuyor. Diğer yandan kitabın önemlice bir kısmını geçtiğimiz yaz aylarında Küba’yı hedef alan emperyalist provokasyonun iç yüzünü açıklamaya ayırmışsınız. Sizi “Küba Yenilmeyecek” başlığıyla bir kitap yazmaya iten şeyde bu son dönem gelişmelerin payı olduğunu sanıyorum. Bu değerlendirmeye katılıyor musunuz?
Evet, katılıyorum. Bunu size, dolayısıyla okuyuculara hissettirdiğimden ötürü memnunum. Çünkü gerçekten sessiz kalmanın mümkün olmadığı korkunç bir yalan saldırısıyla karşı karşıya kaldı Küba. Küba’nın dürüst yöneticilerinin kabul ettiği, çözmeye çabaladığı sorunları sanki onlar görmezden geliyormuş da bu nedenle bir “halk ayaklanması” varmış gibi anlatan bir yalan makinesi karşısındaydık. Komünist bir gazeteci olarak elbette 11 Temmuz’da başlayan olayları dikkatle izledim. İnandığım, güvendiğim çevrelerden gelen haberlerle, burjuva medyasında anlatılanların farklı olduğunu gördüğümde bunun kamuoyuna anlatılması gerektiğini düşündüm. Bu bir komünist olarak görevimdi. Tabii yalanları deşifre ederken Küba tarihine ilişkin anımsatmalar yapma ihtiyacını duydum. Benim çok özet halinde değindiğim o tarih büyük bir mücadelenin tarihi. Bu tarihten esinlenerek Küba’nın emperyalistler karşısında diz çökmesinin kolay olmayacağına olan inancımdan ötürü “Küba Yenilmeyecek” dedim. Buna yürekten inanıyorum tabii ki.
ABD’nin devrim sonrası Küba’ya yönelik düşmanca tutumunun temelinde kuşkusuz güçlü ekonomi-politik ve ideolojik gerekçeler yatıyor. Siz de kitabınızda bunlara değiniyorsunuz. Bu öylesine saldırganca bir düşmanlık ki, ABD’nin takındığı tutumun “kindarlık” derecesinde olduğunu belirtmekten kendinizi alamamışsınız. Nedir gerçekten ABD’yi bu “küçücük ada ülkesi” karşısında bu denli düşmanca hareket etmeye iten?
Kitapta da belirttiğim gibi “kindarlık” benzeri kavramlarla açıklanamaz toplumsal olaylar ama gerçekten ABD’nin Küba’ya tutumuna bakıldığında bunun ancak bir insanın başka bir insana duyacağı “kin”e çok benzediği görülür. Çünkü bireysel ilişkilerde de düşmanlık maddi/manevi çıkarların tehlikeye düşmesinden kaynaklanır. ABD’nin Küba’ya olan kininin temelinde de yitirdiği, yerine de koyamadığı çıkar kaybı var. Devrim öncesi Küba, ABD’nin en ahlaksız kesimlerinin cirit attığı, ABD sermayesinin en azgın şekilde yer tuttuğu bir “arka bahçe”ydi adeta. Bu güzel adanın hem devrimle bu konumdan kurtulması hem de sosyalist olması ABD için katlanılacak bir durum değil. Kendi topraklarından kilometrelerce uzak coğrafyalarda “komünizmin başını ezme” misyonu üstlenmiş emperyalist canavarın burnunun dibinde “komünist bir devlet”in varlığı tüm mücadelesinin moral açıdan sıfırlanması demek. Buna bir de yıllardır sosyalizmde ısrarlı olan Küba önderliğiyle halkının “inatçılığını” ekleyin. Bu ABD’yi delirtmez de ne yapar? Küba’nın bu direngenliği, dünyanın başka ülkelerindeki özgürlük, bağımsızlık mücadelelerine büyük moral oluyor elbette. Bu da ABD’nin hoşlanacağı bir durum değil.
Peki, Küba’yı bu haşin saldırganlık karşısında ayakta tutan şey nedir sizce? Üstelik Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalist blokun yıkılışı sonrasında daha da güçlenen bir ablukaya maruz kalmasına rağmen…
Özgürlüğün, bağımsızlığın ne kadar önemli olduğu konusunda büyük bir inanca sahip olmak birinci neden. Ki her şeyin esası bu. İkincisi Küba, ABD’nin abluka/ambargosu karşısında çok zor durumda kalmasına rağmen, “devrim” sayesinde kendine yetebilmeyi başardı. Tüm zorluklara rağmen tıpta, eğitimde alınan mesafelerin farkında olan bir halk var. ABD’nin, “cazibesine” aldanmayan, yaşanan zorlukların sıkıştırılmışlıktan kaynaklandığının bilincinde olan bir halk Küba halkı. Sosyalizm çözülmeden önce “enternasyonalist” dayanışmayla da ekonomik sıkıntıların üstesinden gelen, dolayısıyla abluka/ambargonun kaldırılmasıyla kendine daha da fazla yeteceği umudunu koruyor Küba.
Küba’yı hedef alan saldırganlık konusunda ABD’nin Trump yönetimi ile büyük umutlar beslenen yeni Biden yönetimi arasında mutlak bir süreklilik göze çarpıyor. Halbuki Biden’ın gelişi “solda” belirli bir heyecan ve beklenti yaratmıştı. Bu konudaki değerlendirmeniz nedir?
Büyük bir nezaketle “sol” dediğiniz o kesimlerin tutumu şaşırtıcı değil tabii. Joe Biden’dan çok önce Bill Clinton Başkan olduğunda da “beklentileri” artmıştı, “heyecanlanmışlar”dı. “Clinton 68’li, aynı dönemde İngiltere Başbakanı olan Tony Blair de genç, buralardan sol dalga geliyor” diyen saftirik arkadaşlarım vardı benim. Bir bölümü şu sıralar “Trump’dan daha iyi” diyerek ciddi ciddi Biden’a umut bağladılar. Heyecanları da saflıkları da hayli uzun sürüyor bunların. Oysa ABD askerileştirmiş dış politikasında “sürekliliği” koruyan bir ülkedir. Küba karşısında, Obama’nın uzun sürdüremediği yumuşama dönemi hariç, tüm ABD başkanları benzeri tutumları aldılar. Küba’ya yönelik en saçma kararlar “68’li” Clinton zamanında alındı örneğin. Carter da farklı değildi. Biden’ın farklı olması için de bir neden yok.
Kitabınızda Küba devriminin meşruiyet kaynakları arasında sosyalizmin ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık gibi kazanımlarının yanında katılımcı sosyalist demokrasiye özel olarak vurguda bulunmuşsunuz. “İdeal” demokrasiyi çok partili sistemle özdeşleştiren liberal yaklaşımların karşısında Küba’da özgün ve son derece etkin bir katılımcı demokrasinin işlerlikte olduğunu anlatıyorsunuz. İşin bu yönü sol da dahil olmak üzere Türkiye kamuoyunda pek bilinmiyor gerçekten. Küba demokrasisine ilişkin bilinmesi gereken en önemli unsurlar nelerdir size göre?
Katılımcılığı. Öncelikle bunun bilinmesi gerek. Kabul edelim ki SSCB ile Çin dahil hiçbir sosyalist ülkede Küba’daki kadar katılımcı bir demokrasi oluşmuş değildi. Kitapta Küba Meclisi’nin nasıl oluşturulduğunu, seçimlerin hangi aşamadan geçirilerek yapıldığını, adayların nasıl ortaya çıktığını, yaşamsal kararların nasıl halkla tartışılarak alındığını yazdım. Elbette günümüzde “tam bir demokrasi”den söz etmek mümkün değil. Kitaptaki bir cümleme dikkat edilsin isterim: Küba’da gerçek bir demokrasi için gerekli olan her şey var. Onca sıkıntıya rağmen, bu sıkıntılar bahane edilerek “söz, karar, yetki hakkı” elinden alınmayan bir Küba halkı olduğunun bilinmesini de isterim.
Kitabınız, adından da anlaşılacağı üzere Küba devriminin yaşamaya devam edeceğine ilişkin güçlü bir inancı yansıtıyor. Bunun dayanaklarını hem Küba önderliğinin hem Küba halkının devrimci iradesinde gözlemlediğinizi aktarıyorsunuz. Bununla birlikte, Küba devriminin ayakta kalması için daha fazla uluslararası dayanışma ihtiyaç duyduğu da bir gerçek. Bu bakımdan dünya ve Türkiye solunun önünde duran görevler neler sizce?
Basit ama önemli bir slogandır: Dayanışma Yaşatır. Ne yapabiliriz bilmiyorum ama Küba’nın kazanımlarının değerli olduğunu unutmamalı her şeyden önce. Yok “deforme olmuş işçi devleti”, yok “yarım kalmış devrim” vs gibi şaklabanca cümleler kurup küçümsemek yerine Küba Devrimi’ne sahip çıkılmalı. İkincisi, devrimin değerini kabul etmek koşuluyla eleştiriyi de eksik etmemeli. Küba’da, içinde bulunduğu durumun da gereği olarak kimi katılmadığım(ız) uygulamalar da elbette var.
Ama Küba bizim en güzel deneyimimiz. Kalıcı kılmak en birinci görevimiz olmalı.